nükleer = tüp = risk ?

aslında gündemde okadar çok mevzu varki , İbrahim Tatlıses’in vurulması ,Japonya Depremi ,Libya işgali, Ergenekon tutuklamaları gibi..

bunların hepsi ,ama hepsi tarihte yerini alacak ,bir diğer nesillere sadece tarih kitaplarında ,geçmişte bugün notlarında okunacak dökümanlar olarak kalıcak. tıpkı 1980 darbesinin bizlere bıraktığı miras gibi ,yada 17 ağustos depremi sonrası yaşananlar gibi.

deprem sonrası yaralar sarılır ,yeni yerleşim yerleri ,evler yapılır, darbe sonrası antidemokratik girişimlerin yerine demokratik söylemler ,düşünceler ile izleri ,yaptırımları silinir ,silinmeye çalışır.

bunca şeyin arasında nükleer’e öncelik vermemin sebebi ise ,

nükleer bir tehlike ile ilgili hiçbir şey yapılamaz. 1985 yılında yaşanan çernobil faciasının yıllar üstünden geçmesine rahmen izleri silinmemişken ,karadenizde insanlarımıza olan etkisi kanser vakaları ile göz önünde iken ,evdeki tüple bunu kıyaslamak ne kadar akılcıl takdir sizlerin.

risk ,riske girilen şeyin en kötü senaryo ile yaşattıkları kıyaslanınca nasıl bir mantık yürütülüyor düşündürücü ?

tüp patlaması yüzünden evdeki eşyalar yanar ,insanlar yaralanır ,ölür.(tabiyki bunlar olağan ,karşınabilir şeyler değildir ,insan hayatı için güvenlik, alınması gereken önlemler unutulmamalıdır.)

nükleer tehlike,sızıntı ,patlama  sırasında ve sonrasında insanlar hastalanır ,ölür , hayvanlar ,içme suları, tarım alanları bu radyoaktif etkenlere maruz kalır, yüzyıllar boyu bunun etkisi hayvanlarda ,yada tarım alanlarında etkili olabilir.  kaldı ki bunun en canlı örneği Çernobil santrali ve çevresi yerleşim’e kapatılmış durumda.

hiçbir şekilde radyoaktif korunma kıyafeti  olmadan yaklaşılmasına izin dahi  verilmiyor.

evdeki tüp patlaması sonrası ise ,yeniden eşyalar alınır ,gerekli tadilat yapılır, aynı yerde ,aynı çevrede faaliyete devam edilir.

sonrasında nesilden nesile aktarım gibi bir durum söz konusu değildir. tabiyki üzücüdür ,tabiyki istenmeyen bir olaydır, tüp patlaması ,depremlerde insanların ölmesi ,yada trafik kazalarında ,yada antidemoratik hareketlerde gerçekeleşen işkençeler ve ölümler.

fakat nükleer tehlike ile bir tutulamaz. tutulmamalıdır !!

bunca sözden sonra ülkemizde ve dünyada nükleer’e bakış acısı ne durumda ,neler yaşanmış bir göz atalım.

Elektrik Mühendisleri odası Nükleer Araştırması ile ilgil yapılan yazıdan ufak bir alıntı :

Arif KÜNAR – Elektrik Mühendisi (elektrik Mühendisliği 59)

Kettering University (ABD) Elektrik Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Hızıroğlu’na göre; “Nükleer Santrallar bilhassa 1979’daki Three Mile Island kazası ve 1986’daki Çernobil olaylarından sonra artık hiç kimse tarafından  istenmiyor. Başlanmış olanlar durduruldu, kimisi buhar santralına, kimisi de doğalgaz santralına dönüştürüldü. Artık ABD’de nükleer santral bitmiş bir teknoloji çeşidi olarak göz önüne alınabilir”.
Nükleer Mühendis, Prof. Dr. Tolga Yarman, Akkuyu’ya “yer lisans onayı” veren 3 üyeden biri ve sağduyulu-dürüst-samimi bir biliminsanı olarak, yıllar  önce  savunduğu  nükleer  santrallarla  ilgili  özeleştiri  yapabilme cesaretini göstermiştir; “…bundan on sene önce, kamuoyunun nükleer santrallara dönük  ‘yersiz’ kaygısını  teskin etmeye çalışıyorduk. Ama itiraf edeyim ki, meydana gelen kazalar, her ne kadar bir atom bombası infilakıyla kıyaslanabilecek olumsuzluklar doğurmamış olsa da, nükleer santrallara dönük kamuoyu kaygılarını  ‘haklı’; koca koca nükleer bilim adamlarının santralların neredeyse kesinkes güvenilir olduğu yönündeki iyimser değerlendirmelerini ise, önemli ölçüde ‘haksız’ çıkarmıştır”. Nükleer  Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın  aktardığına göre;  “Sadece ABD’de,  bugüne  kadar Nükleer Denetleme  Komisyonu’nun  (NRC) kayıtlarına göre,  felakete  yol açabilecek derecede 169  kaza olmuştur. “

Japonya’da  1992  yılında  tam  20 tane önemli kaza  rapor edilmiştir.
1992  yılında Rusya,  uluslararası kuruluşlara 205 kaza  rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Benzer  şekilde  nükleer  santral-lardan  radyasyon  sızmasının kaçınılmaz  olduğunu  kabul  ve teyit  eden Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı eski Başkanı Prof. Dr. Vural Altın’a göre de; “Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu  reaktör  içinde dönüp durdukça  radyasyon  biriktirir. Bunun, dışarı  sızmaması gerekir. Halbuki her sanayi tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması,  çevre  sağlık  sorunlarına  neden  olması  kaçınılmazdır. Nitekim bunun birçok örneği  var.
En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü  dünya  kamuoyu,  1960’lardan
itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete  kapıldıkça,  radyasyonun zararları  anlaşı ldıkça,  nükleer
santrale  karşı güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendini savunmaya çalışırken, nükleer
teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi.”, “Radyoaktif atıklar sorunu bizlere, gelecek kuşaklara
karşı  sorumluluk  yükleyen  ciddi bir sorun. Oysa bu konu adeta hiç tartışılmıyor”.
Sürekli olarak artık atık sorununun çözüldüğünü  söyleyen,  kraldan çok  kralcı  “nükleer muhterislere”
en net cevap ise, Nükleer Mühendis Serpil Aktürk ve Ayşen Tongal tarafından Mayıs 2004’de TAEK’in
web  sayfasında  yayınlanan  bir raporda  verilmektedir;  “Birçok ülke son depolamayla  ilgili olarak

çok fazla ar-ge yapmışlarsa da, bu konuda  uygulama  henüz gerçekleşmemiştir.” Nükleer  santrallara  sahip  bazı “iki  yüzlü”  ülkeler,  bu  atıklardan kurtulmak  için  yasal  veya  illegal yollardan;  Türkiye,  Rusya,  Tay-
van  ve  çeşitli  Afrika  Ülkelerini “arka bahçe”; nihai depo  olarak kullanmaya  çalışıyor.  TAEK  eski
Başkanı  Prof Dr.  Ahmet  Yüksel Özemre’nin  tüyler  ürperten  iddiasına göre; Almanya’dan getirilen
1950  tonluk  tehlikeli  radyoaktif atık, para karşılığı,  Isparta Göltaş Çimento Fabrikası  ile Konya’daki çeşitli  tesislerinde yakılarak  imha edilmiştir.
Bu çok ciddi ve ürkütücü iddiaya karşı, Çevre Bakanlığı, iki
gün  içerisinde  bir  araştırma-soruşturma yaptırarak,  “bu  iddianın gerçek olmadığını” tespit etmiş ve
bürokraside “en hızlı inceleme ve rapor hazırlama” dünya rekorunu kırmıştır . Ayrıca

Sinop civarında denizde bulunan radyoaktif atık varilleri;  İskenderun’da  batırılan gemideki uranyumlu termik santral  atıkları;  atıklardan  kurtulmaya çalışan  ülkelerin  niyetlerini,  ne kadar  sorumsuz,  “ahlaksız” davranabildiklerini ortaya koymuştur.

Nükleer  santralları  kurdurtmaya çalışanların  büyük  bir  kısmı,  ülkemizde başka  teknoloji  ve  yatırımlarda da geçerli olan maddi ve kişisel  çıkarları  için  uğraşıyorlar. Finansman ve kredi faizleriyle birlikte tanesi en az 5-6 milyar dolar civarında olan bu santralların, yerli işbirlikçilerine dağıtılacak komisyonu, promosyonu ve rüşveti de çok büyük olacağı için (bu oranın %10 civarında olacağı söyleniyor, yani 500-600 milyon dolar  civarında), nükleer  santral  peşinde  koşan, kraldan  çok  kralcı  bazı  kişilerin, lobilerin  esas  derdi,  bu  büyük pastadan pay kapmak.
Eski   Başbakanlardan  Mesut Yılmaz’ın  Temmuz  2000’de  iptal edilen  ihalenin  hemen  ardından,
ihaleye katılan 3 firmanın “masraf-ları”  için; 30 milyon dolar ödeme yapılması talebi üzerine, İTÜ-NEE
Nükleer Bilimler Anabilim Dalı eski Başkanı Prof. Dr. Şarman Gençay; “Bu olay görünen yüzü ile traji-ko-
mik bir olaydır. Görünmeyen yüzünden ise rahatsız edici kokular gelmektedir. Yoksa haberimiz olmadan
pek çok  ihale böyle hoş olmayan kokular  içerisinde  yapılıyor  da, bu  sefer  bir  iki  namuslu  insanın
müdahalesi bazı şeylerden şüphe etmemizi mi  sağladı?  İhale  iptali sonrası iştirakçi firmalara tazminat
ödenmesi gündeme gelmiştir. Herhalde bunlardan Guinness rekorlar kitabına  girip  dünyayı  kendimize
güldürmekten başka yararlar düşü-nülüyordu. İhale iptali sonrası, katılan firmalara tazminat ödemek olsa
olsa şöyle olabilir; bir firma lehine ihaleye fesat karıştırırsınız, diğerleri bunu öğrenir ve belgeler, başka
bir deyişle işi beceremez yüzünüze gözünüze bulaştırırsınız, sonra da ihaleyi iptal edip firmalara da ses-
siz olsunlar diye tazminat ödemeyi teklif edersiniz. İnsanın aklına böyle olmayacak şeyler gelebiliyor.” diye
yazıyor. Kamuoyunda  deşifre olmuş  “malum”  kişileri,  “rantçı” siyasileri,  “nükleokratları”  birtakım  kurum,  kuruluş  ve  firmaları, sermaye  gruplarını  saymazsak, ülkemizde  nükleer  teknoloji  isteyenleri,  kabaca  iki  temel  kategoriye ayırmak mümkün.

İlk  grupta,  daha  çok  nükleerci akademisyenlerin, mühendislerin, teknokrat ve bürokratların oluşturduğu; nükleer  teknolojiyi  ileri  ve yüksek bir teknoloji olarak görüp, ülkemizde de bu teknolojinin öyle
ya  da  böyle muhakkak  olması gerektiğini,  nükleer  santralın  bizatihi ülkenin teknolojik gelişmesini, güvenlik ve kalite felsefesini hızlandıracağını  ve  ayrıca  enerji elde etmek için çeşitlilik sağlayacağını, bir alternatif oluşturacağını düşünen, yalnızca teknokratik bakış açısına sahip geniş bir kesim yer almaktadır. Bu grubun içinde yer  alan  bazı  nükleerci  bilim adamları  da;  salt  akademik  hırs,
ihtiras ve hizmet ettikleri, yıllarını verdikleri bu konunun gerçekleştiğini görmek istedikleri için uğraş
vermektedir. Bu gruba girenlerle, nükleer  santralların  teknik,  ekonomik,  sosyal-toplumsal  riskleri
ve muhtemel  olumsuz  sonuçları üzerine konuşmak ve yanlışlığını, gereksizliğini tartışmak, hatta nükleer teknolojiyi veya en azından ülkemizde nükleer santral kurulmasını savunmaktan vazgeçmelerini belli ölçülerde sağlamak mümkün olabilmektedir. Bu gruptan birçok kişi, kategorik olarak karşı olma-
salar bile; kısmen  veya ülkemizdeki mevcut  zihniyet  ve malum uygulamalar nedeniyle tamamen,
Türkiye’de bugün nükleer santral kurulmasına artık karşı çıkmaktadır. Örneğin, İTÜ Enerji Enstitüsü
Müdürü,  Nükleer  Araştırmalar Anabilim Başkanı Prof. Dr. Hasan Saygın’a göre; “Dünyada nükleer
teknolojinin sürdürülebilir gelişmedeki  rolüne  ilişkin  tartışmalar devam etmesine karşın, nükleer güç
teknolojisinin geleceğinin belirsiz olduğu  hususunda  konsensüs oluşmuştur.  Var  olan  belirsizlik
nedeniyle nükleer teknoloji transferi  yönünde  harekete  geçmek için içinde bulunduğumuz zaman
diliminin  uygun  olmadığı  açıktır. Böyle  bir  belirsizlik  ortamında yeni  gelişmelerin  beklenmesi  en
doğru yaklaşım olacaktır. Türkiye nükleer  enerji  alanında  Batı’nın duruşunu, yani ‘bekle ve gör’ politikasını benimsemelidir. Nükleer güç teknolojinde yeni yakıt çevrimlerine ve buna bağlı olarak yenilikçi  tasarımlara  yönelik  beklentiler nedeniyle  belki  de  günümüzde var  olan  nükleer  teknoloj iden tümüyle  vazgeçilmesi  olasılığı, ‘nükleer  teknolojiye sahip olmak’ şeklindeki gerekçeleri de geçersiz kılmaktadır” .
İkinci grup ise; nükleer teknolojiyi ilk  gruptakiler  gibi  “masumane” gerekçelerle  savunuyor  gibi  gö-
züken,  ama  esas  olarak,  bağlı oldukları ideolojilerinin dayatması sonucu  yalnızca  “nükleer  güç”, “nükleer  silah”,  “atom  bombası”na  sahip olmak  isteyen  “Kızılelma  Koalisyonu”,  “Avrasyacılar”, “Ulusalcılar”,  “Milli Görüşçüler” gibi çeşitli sağ/sol milliyetçi ve ra-dikal dinci gruplardan, partilerden
oluşmaktadır. Gerçekte  ülkenin enerji  ihtiyacını karşılamak, enerji bağımsızlığı ya da yüksek  tekno-
lojiyi ülkeye tanıştırmak gibi “ulvi” amaçlarla  değil,  sadece  ideolojilerinin  tahakkümü,  iktidar  hırs-
larının bir  aracı olarak;  ya  “İslam Dünyasının”,  “Türk Dünyasının” veya  İran’a özenerek  “Mazlumlar
Dünyasının” liderliğine soyunanlar bu gruba dahildir. Harvard Üniversitesi’sinden Doç. Dr. Mustafa Ki-
baroğlu’nun The Nonproliferation Review-Summer  1997  sayısında yayınladığı  “Turkey’s Quest  For
Peaceful Nuclear Power” başlıklı makalesinde,  Türkiye’nin bu  konuda dışarıdan nasıl “algılandığı”
ve bu konularda geçmişte yaşanan bazı “şüphelerin” olduğu çok açık
olarak aktarılmıştır.
Özellikle bu grupların  istediği  ve tercih  ettiği  nükleer  teknolojiye de bakarak bunu anlamak müm-
kündür.  Prof. Dr.  Ahmet  Yüksel Özemre’nin bir yazısında yer alan ve 24 Temmuz 2000’de iptal edilen
ihale  için de benzer  tartışmaların yapıldığı  santral  tercihleriyle  ilgili “ilginç” bir  iddiaya göre;  “TAEK,
kendi  uranyumumuza  dayanan,
yani,  nükleer  yakıt  bakımından bağımsızlığımızı  garanti  edecek olan,  ‘tabii uranyum yakıtlı ve ağır
su  soğutuculu’  nükleer  reaktör teknolojisini  Türkiye’nin  nükleer enerji  politikasının  temel  ilkesi
olarak kabul etmiştir. Buna karşın TEK Nükleer Santraller Dairesi yetkililerinin ille de ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi ancak bir kaç ülkenin  tekelinde bulunan zenginleştirilmiş  uranyum  yakıtı
üzerinde ısrar etmeleri ise gereksiz ve milli menfaatlerimize zararlı bir polemik doğurmuştur”.
Ulusal teknoloji olsun, doğal uran-yumlu olsun,  toryum kullansın ve biz daha sonraki nükleer santralla-
rımızı kendimiz kuralım yaklaşımlarıyla tariflenen teknoloji; Hindistan,
Pakistan ve Çin’in atom bombası yapmak  için  tercih  ettikleri CANDU  tipi, doğal uranyum  kullanan
ve  teknoloj isi  doğrudan  veya dolaylı  olarak  transfer  edilebilen nükleer  santral modelidir. Emekli
UAEA Uzmanı Dr. Necmi Dayday’a göre; “Zira nükleer silahların geliştirilmesi ile nükleer enerjinin barışçıl
amaçlar için geliştirilmesi birbiri ile iç  içedir. Açıktır ki hiçbir uluslararası  sistem  nükleer malzemenin
barışçı amaçlar için kullanımından kaçırılmasını,  beyan  edilmemiş veya  gizli  bir  nükleer  proğramın
varlığını  yüzde  yüz  önleyemez”

Ancak  benzer  niyetleri  olan İran’ın, K. Kore’nin, Hindistan’ın, Pakistan’ın halen ambargo altında
olduğu unutulmamalıdır.
Nükleer santralları savunan bütün siyasiler, bürokratlar, teknokratlar, uzmanlar,  sağduyulu  yurttaşlar
oturup  tekrar  düşünmek  ve  bir değerlendirme yapmak zorundadırlar. Amaç; ülkenin ve doğanın,
gelecek nesillerin  iyiliği ve enerji kullanımı mı, yoksa yeni güç den-geleri oluşturma peşinde koşmak
mı? Yükselen bu yeni milliyetçilik dalgasına  kapılarak,  sonu  hüsranla  bitebi lecek,  ambargoya
neden  olabilecek,  ülkenin  kaderini-geleceğini  doğrudan  ipotek altına  alacak  niyetlere  yardımcı
olabilecek bir  nükleer maceraya girmeli miyiz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir